8 Ocak 2016 Cuma

Hayatın Resimleri - Hurda




Prof. H. Pokus'un Günlüğü - 16: Yabancı Üzüntüsü

Günlükleri ele geçirilen Prof. H. POKUS'un
Türkiye'de bir üniversitede kaçak çalıştığı sanılıyor..

2015'in son günü işten çıkarıldım. Rektör üzülmememi söyledi. Üniversite zaten iktidar tarafından kapatılacakmış. Kaçak çalıştığım için tazminat vermediler. Bu bir şansmış, böylece tutuklanmaktan kurtulmuşum. Hemen mutlu oldum. 

Birçok Türk akademisyen arkadaş da aynı gün işsiz kaldı. Onlar kendi durumlarına değil, benim için çok üzüldüler. Boynuma sarılıp ağlayanlar vardı. Aralarında para topladılar, zorla yan cebime sokuşturdular. Duygulandım. Ayrıca hindi ve içkisiz yılbaşı sepeti hediye ettiler. Türkler çok değişti, artık yalnızca yabancılar için üzülüyorlar. Kendi durumlarını iyi sanıyorlar. Bunu nasıl başardıklarını bilmiyorum. Acıyıp Suriyeli dilencilere sadaka veren Türk dilenci bile varmış. 

Yılbaşı öncesi yayılan intihar bombacısı haberleri korku yarattı. Sokağa çıkma cesareti azaldı. Galata'da oturan kalabalık bir grubun John'un evinde toplandığını duydum. Ben de katıldım. Boşanmış orta yaşlılar çoğunluktaydı. Evin sahibi John, bir bodyguard kiralamıştı. Bodyguard elinde konuk listesiyle kapıdaydı. Kimlik göstermeyenleri ve içki getirmeyenleri eve almadı. 

Politika konuşanlar yüzünden gece tatsız başladı. Kandırılanlar ile kandırılmayanlar arasındaki kavgayı John önledi. "Politika konuşmak yasak!" diye bağırdı. "Yasak" denince, en kızgın Türk bile sakinleşiyor. Yasakta mantık aranmıyor. 2015'in önemli olaylarının hepsi kötüydü. Konuklardan biri 2016'ya, 2000 öncesi bir yıldaymışız gibi girmeyi önerdi. Bu öneri sevinçle kabul edildi. Hayal kurup geriye gidenlerin neşesi biraz arttı.

Çoğunluk, yarı tok gelmişti. Sehpaların üstünde bolca içki ve atıştırmalık vardı. Aç gelenler çabuk sarhoş oldu. Yeni yıla dakikalar kalmıştı ama kimsede heyecan yoktu. Apartman kapısında nöbet tutan bodyguard bir ara yukarı geldi. Telaşlıydı, uyarıda bulundu. Sokakta Noel Baba kılığında canlı bombalar varmış. Herkes pencerelere koştu. Sokakta yan yana duran beş tane Noel Baba gördük. Bunda korkacak ne vardı? Geyikli arabaları yoktu ama hepsi kırmızı giysili ve sakallıydı. Biz güldük, bodyguard gülmedi. "Siz hiç IŞİD'li gibi siyah sakallı, torbasından elektrik kabloları sarkan Noel Baba gördünüz mü?" diye sordu. Evet, Noel Baba beyaz sakallı olmalıydı. O an panik başladı. Pencereyi açıp, "İmdaaaat, poliiiiisss," diye bağıranlar oldu. 

Bunu duyan Noel Baba'lardan biri hızla apartmana daldı. Bombayı içeride patlatacaktı sanki. Herkes saklanmak için mutfak ve tuvalete doğru koştu. Ayağım halıya takıldı, yere düştüm, üzerimden geçtiler. Bodyguard ortalarda yoktu. Bulunduğumuz kata gelen Noel Baba, "Allah için kapıyı açın kafirler, cennete gidiyoruz!" diye bağırıyor, kapıya omuz atıyordu. Ben sürünerek bir koltuğun arkasına saklanmak istedim. Saklanamadım çünkü orayı bodyguard kapmıştı. Aniden beklenmedik bir şey oldu. Mutfaktan fırlayan iki İngiliz kadın konuk, koşarak kapıyı açtı. Boşa omuz attığı için yere düşen Noel Baba'nın üzerine atladılar. İngilizce olarak, "Bizi zincirle, seks kölesi yap!" anlamında birşeyler söylüyor ve çığlıklar atıyorlardı.

Bombacı Noel Baba yerde, kadınlar üstündeydi. "Bırakın beni, boğuluyorum ulan, ben İmdaaaaaat, " diye bağırdığını duydum. Az sonra, "Durun, gıdıklanıyorum, cankurtaran yok mu, bu karılar beni elliyorlar!" sözlerini duydum. O an sesinden tanıdım, bu bizim apartman görevlisi İmdat'tı. Araya girdim, kadınları zorla uzaklaştırdım. İmdat, ter içindeydi. Takma siyah sakalını indirdi. "Şakaydı Pokus Hocam, şaka. Sakın ha polisi aramayın!" dedi. 

Gerçek anlaşılmıştı, İmdat ve o çevredeki apartman görevlileri, bizi korkutmak istemişler. Bazı konuklar tansiyon ve dilaltı kalp ilaçlarını kullandı. İmdat'a çok kızdım. Neden böyle bir aptallık yaptığını sordum. Tatil köylerinin havuz kenarlarında katliamcı taklidi yapan animatörlere özenmişler. Suratı kırmızıydı, ellenmek moralini bozmuştu. Yerde yatıyordu, kaldırmak istedim, acıyla inledi. Üzerine atlayan kadınlar İmdat'ın ayağını kırmıştı. Onu bir taksiyle hastaneye yolladık. Diğer Noel Baba'lar gelip özür dilediler. Yalnızca kadınları öptüler, 2-3 şişe içki alıp gittiler. İki İngiliz kadın da onların peşinden gitti.

Az korktuğumu fark ettim. Giderek kaderci oluyorum sanki. Bu tür saldırılarda rehin düşme riski var. İslam ülkesinde yaşayan her Hıristiyan benim gibi yapmalı. Kelime-i şahadet getirmeyi ve birkaç namaz duası okumayı bilmeli. 

Ortalık sakinleşti. Dedikodu başladı. İki İngiliz kadının Suriye'ye geçmek için Türkiye'ye geldikleri söyleniyordu. Acayip deneyimler peşindelermiş. John şoka girmişti. Türk arkadaşlarımızdan biri onu tokatlayarak kendine getirdi. Yere devrilen eşyalar kaldırıldı, boşalan kadehleri doldurduk. Yeni yıla gireli çok olmuştu, gerisayımı kaçırmıştık.

Türk kadın ve erkekler ayrı ayrı gruplaştılar. Ben kadınların yakınındaydım. Ruh hallerini anlayamıyordum. Bazen ağlıyor, bazen eski sevgililerine küfürler ediyorlardı. Bir ara kahkaha krizine girdiler. İmdat'ı elle taciz etme fırsatını kaçırdıkları içinmiş. Bana kötü baktıklarını fark ettim, yer değiştirdim. Erkekler Türk solu, özgürlük, barış ve demokrasi konusunda kavga ediyordu. Avrupalı konukların arasına karıştım. Onların konusu İslamofobi'ydi. 

Türklerden biri caz müziğinin sesini kıstı, telefonundan oryantal müzik dinletmeye başladı. Göbek atmak, Türklerin bütün üzüntülerini siliyor. Çılgınca dans ettiler. Türkçe pop şarkılar çalarken göbek atmaktan yorulmuşlardı. Bir kısmı koltuklara, bir kısmı yere oturdu. Sıra, hüzünlü şarkılardaydı. "Dönülmez Akşamın Ufkundayız" şarkısını söylemeye başladılar. Bir yakınları ölmüş gibiydiler. Suskunlaştılar. Eğlenmek için gösterdikleri bütün çabalar boşa gitmişti. 


Oradan kurtulmalıydım. İmdat'ın durumunu bahane ettim, "Hastaneye gidiyorum," dedim ve sokağa çıktım. Kartopu oynayanların arasında kaldım. “Allah Allah,” diyerek birbirlerine buzlu kartopu atıyorlardı. Biri kafama geldi, beynim sarsıldı. Polis müdahale edene kadar bir apartman girişine sığındım. Sonra karşıma çıkan ilk bara girdim, cebime sıkıştırılan yardım parasını bitirene kadar içtim. Kısa zamanda iş bulamazsam, ne yaparım? Nasılsa yabancıyım, mutlaka yardım eden birileri çıkar. Türkiye’de kalıp kalmayacağım  alacağım yardımların yüksekliğine bağlı..

10 Aralık 2015 Perşembe

Prof. H. Pokus'un Günlüğü - 15: Zihin Açıklığı

 Günlükleri ele geçirilen Prof. H. POKUS'un
Türkiye'de bir üniversitede kaçak çalıştığı sanılıyor..
Kış geldi, sinemaya gitme zamanı. Korku filmlerini severim. Türkler korku filmi çekemiyor. Nedenini sordum. Daha önce çekilen korku filmleri seyirciyi çok güldürdüğü için olabilirmiş. Türkiye'de yaşanan hayat öyle korkunç ki, daha korkunç bir film çekmeleri bence çok zor.

Biraz televizyon seyretsem, alışkanlıklarım değişiyor. Hasta olmamak için bir aydır kelle paça çorbası içiyorum. Korkusuz olmak için de yürek yiyorum. Paça çorbasını, Canan Karatay adlı bir profesörden öğrendim. Yüreği ise, Rusya krizini yorumlarken, "Yürek yemiş kadar cesuruz," diyen bir gazeteciden öğrendim. Çorbanın yararı süper, bir aydır burnum bile akmadı. Ne yazık ki, yüreğin bir yararını göremedim. Sokakta yürürken, metroya binerken hala çok korkuyorum.

Prof. Karatay, etkili konuşuyor, otoriter... Başkan olabilecek bir kadın. Ama Türkiye'de değil... Önemli kusurları var: Hastalarını düşünüyor, yalan söylemeyi bilmiyor, çok bilgi veriyor.

Televizyonlar, şifalı yiyecek programlarıyla dolu. Günlük önerilen miktarları liste yaptım. O kadar yiyeceği fil bile yiyemez. Bazı önerilere karşı durmak imkansız. İsmini anımsamakta zorlandığım bir Türk akademisyen arkadaş, pirinç önerdi. Zihin açarmış... O akşam 3 tabak pilav yedim. Ertesi gün arkadaşımın ismini yine unuttum. Hata bendeymiş, yanlış anlamışım. Pilav yemek değil, okunmuş pirinç yutmak zihin açıyormuş. Üç gün sonra Mirzahcan Zübeyir'in benim için okuttuğu pirinçleri yuttum, ama yine de ismini ajandamdaki nota bakmadan anımsayamıyorum.



3 Aralık 2015 Perşembe

Prof. H. Pokus'un Günlüğü - 14: "İmdat casus!"

 Günlükleri ele geçirilen Prof. H. POKUS'un
Türkiye'de bir üniversitede kaçak çalıştığı sanılıyor..


Türkiye çok karıştı. Tv haberlerinde, mermiden hızlı koştuğu için polislerin 2 metre uzaktan vuramadığı bir katil gördüm. Bu, silah üreticilerinin araştırması gereken bir mucize. Rus uçağı düşürüldü, tansiyon yükseldi, domates ucuzladı. Keşke çok sevdiğim patlıcan ucuzlasaydı.

Putin sertleşti. Türk hükümeti zor durumda kalınca, subaylar ve gazeteciler casusluktan tutuklandı. Muhalif TV kanalı kalmadı gibi. Bir kanalı 3 saat izledim, hiçbir şey anlamadım. Politik programların konukları, genellikle yaşlı insanlar. Sürekli, "Böyle bir şey olabilir mi?" diyorlardı. Onları dinlerken uykum geldi, kahve içmesem, programı sonuna kadar izleyemezdim. Program bitti, uykum kaçtı. Sinema filmi kadar uzun süren reklamlara dayanamadım; 4 tava, 1 fincan seti ve 10 ceviz fidanı satın aldım.


Sahte içkiden ölümler devam ediyor. Türkiye'deki Amerika temsilciliklerinin vatandaşlarına viski satma zamanı geldi. Türk arkadaşlarımın hediye ettiği viskileri çöpe atıyordum ama seçimden sonra o hediyeler de kesildi. Apartman görevlisi İmdat'ın çöplerimi karıştırdığını, "Pokus hocam, sana viski hediye etmiyorlar galiba, arkadaşlarını niye küstürdün?" diye çıkıştığında anladım. Çöpleri toplarken, türkü söylemiyor artık. İmdat, casus gibi, özel belge ve mektuplarımı yok etmek için eve kağıt öğütücüsü aldım.

29 Ekim 2015 Perşembe

Prof.H. POKUS'un Günlüğü - 13: "Göç Haritası"

Günlükleri ele geçirilen Prof. H. POKUS'un
Türkiye'de bir üniversitede kaçak çalıştığı sanılıyor..

Türkiye’de yaşamak hiç durmadan yolculuk yapmaya benziyor. Ben aynı yerdeyim, çevremdekiler hızla değişiyor. Yeni tanıştıklarımın ismini öğrenmekten yoruldum. Çoğunun ismi Arapça. Apartman boşluğundan gelen sesler ve kokular değişti.

Türkler, göç etmeden yaşayamıyor. Geçen hafta apartmandan iki aile taşındı. İstanbul dışına çıkmışlar. Kentli gençler Batı ülkelerine, onların anne-babaları Ayvalık, Bodrum gibi yerlere göç ediyorlar. Bodrum, yakında büyük şehir olacakmış. Bir üniversite açılırsa, ben de oraya gideceğim.

Kapıcımız İmdat söyledi, köylerde üretim bitmiş. Köylü gençler büyük şehirlere göç ediyormuş. Yaşlılar ise köyde kalıyormuş. Zamanı gelince onlar da Ahiret denen bir yere göç edermiş. 

İmdat’tan Ahiret denen yeri haritada göstermesini istedim, gülme krizine girdi. Türkiye’nin göç haritası çok karışık. Her hafta değişiyor. Apartmanın tek değişmeyen ismi, İmdat. İstanbul’a göç eden köylülerinin ona ihtiyacı varmış, şehri terk edemezmiş. Onlara 2 aylık ücret karşılığı iş, bir aylık kira karşılığı ev buluyormuş. 5 yıl içinde Galata’da kendi köy derneklerini kuracaklarmış. Bu yolla muhtarlık seçimini kazanacağından emin. Türkiye’nin en uzun ömürlü örgütleri, köy dernekleri. Kentliler örgütlenmeyi sevmiyor.

Türkiye’de yaşayanların çoğu iç savaştan korkuyor. İç savaş çıkarsa, Yunan adalarına kaçacağım. Suriyelileri taşıyan bir kaptanla anlaştım. Fiyat ucuz… Teknede ekmek arası köfte, tahin helvası ve sınırsız enerji içeceği ücretsizmiş. Can yeleği yokmuş. Suda yüzebilen bir can yeleği almam önerildi. Yeleğin batıp batmadığını küvette denemeliymiş. Evimde küvet yok, duş teknesi var. Bir lastik tamircisine gitmem önerildi. İmdat, evindeki jakuzide bu işi 5 liraya yapabileceğini söyledi.

İç savaş konusunda akademisyen arkadaşlarım çok kaygılı ama İmdat rahat. “Korkma Pokus Hocam, birkaç katliam falan olur ama iç savaş çıkmaz!” diyor. Nasıl bu kadar emin olabildiğini sordum. O bana, “İç savaş çok zor iş, uzun sürer, kim uğraşacak yahu,” diye cevap verdi. İmdat’a göre iç savaşı yapacak taraflar, daha başlamadan kendi içlerinde bölünürmüş. Halk, süreklilik isteyen işlerden çabuk bıkarmış. Türkiye’de iç savaş örgütleyen ülkelerin işi çok zor.

Okullar açıldı. Ülkem Amerika’nın derdi katliam yapan çocuklar. Her katliamda 10-15 öğrenci ölüyor. Türkiye terörde dünya birincisi. En başarılı katliamcılar, koyu Müslümanlar. Bir de otobüs şoförleri, kadın düşmanı erkekler var. Gazeteci döven erkek haberleri artıyor gibi. Mafya’nın yeni ilgi alanı, seçim mitingi yapmak.

Türk halkı, Volkswagen skandalını hiç önemsemedi. Türkiye’ye kusurlu araç satılmadığına inanıyorlar. Otomobilin kusurunu 10 yıl sonra öğrenen biriyle tanıştım. Gerçeği, ikinci el piyasasında öğrenmiş. Firmaya değil, gerçeği söyleyen adama çok kızıyordu. Otomobilinin satış fiyatını düşürmüş, gururuyla oynamış.

Türkiye, yorucu bir ülke. Son günlerde yüzümdeki kırışıklıklar arttı. Saçlarım dökülüyor. Neyse ki İstanbul, Ortadoğu’nun saç ekim merkezi. Taksim Meydanı saç ektirmiş Araplarla dolu. Müslümanların saçları, daha çabuk dökülüyor sanki. İmdat, göz kapaklarını kaldırttı. Ameliyat giderlerini devlet ödediği için yaptırmış. Göz kapağı düşüklüğü görmeyi engeller diye sağlık sorunu sayılıyormuş. İmdat’ın göz kapakları düşük değildi, gereksiz bir ameliyatı neden yaptırdığını sordum. “Bedava sirke, baldan tatlıdır,” diye cevapladı. Para ödemeyeceği her ameliyata, gözü kapalı girermiş.

Bedavacılık burada yaşanan sorunların önemli bir kaynağı. Diğer bir kaynak, sahtecilik. Piyasa, sahte ilaçla doluymuş. Plasebo etkisini ölçmek için daha ideal bir ülke bulmak olanaksız. Bu kış, hastalanmamaya çalışacağım. Türkiye’de sahte olmayan çok az şey var.  


3 Ağustos 2015 Pazartesi

Prof. H. Pokus'un Günlüğü - 12: Yusuf Yusuf

Günlükleri ele geçirilen Prof. H.Pokus'un
Türkiye'de bir üniversitede kaçak çalışan
bir akademisyen olduğu sanılıyor.
Apartmandan çıkıyordum, görevlimiz İmdat’la karşılaştım. Sıkıntılıydı. Ben selam verdim, o kafasını iki yana salladı, “Türkiye’nin durumu çok kötü,” dedi. Dudak büktüm, tam anlayamadığımı belirttim. O, “Yusuf Yusuf,” diye cevapladı. 

Yusuf Yusuf kimdi? Apartmana yeni mi taşınmıştı? Hangi dairede oturduğunu sordum. Böyle biri yokmuş. Bu bir deyimmiş, altına edecek kadar korkanlar için kullanılırmış. Kimlerin Yusuf Yusuf olduğunu merak ettim, aldığım yanıt şaşırtıcıydı. Son günlerde Türkiye’nin % 99’u Yusuf Yusuf olmuş.

Hazır yakalamışken, İmdat’tan seçim sonuçlarını yorumlamasını istedim. Çoğunluğu yitiren iktidar partisi zaten Yusuf Yusuf’muş. Bazı üyeleri hapse düşmekten bazıları da fakirleşmekten korkuyormuş. Apartmandakiler ise o ilk günlerde mutluluk içindeymiş. Muhalif partilerin anlaşıp hükümet kuracağını, demokrasinin güçleneceğini umuyorlarmış. İmdat’a göre seçimden sonraki birkaç hafta boyunca sevişenlerin, neşeli fıkralar anlatanların sayısı olağanüstü artmış, facebook arkadaşlarına küsenlerin sayısı ise azalmış.

İmdat’ın çok özel bilgilere ulaşması ilginçti. Evlerimize dinleme cihazı mı yerleştirmişti? Yüzümün aldığı şekilden düşüncelerimi hemen anladı, “Bu aralar canlı bomba tehlikesi var, geceleri birkaç kere apartmanı dolaşıyorum” dedi. Bu fedakârlığı bizim güvenliğimiz için yapıyormuş. Hem de bahşiş beklemeden… Doğrusu ürktüm. O yine neler hissettiğimi anladı, “Mr. Pokus, senin kapı çok kalın, dışarı ses gelmiyor,” sözleriyle beni rahatlatmaya çalıştı.

İmdat’ın yorumları bitmemişti. Seçimden birkaç hafta sonra muhalefet partilerinin niyeti belli olmuş. Bir parti iktidar partisini kurtarmayı, diğeri ise dağdaki kadrolarına yakın durmayı seçmiş. Böylece muhalif seçmenin hayalleri suya düşmüş, sevişmeler azalmış, suratlar tekrar asılmış. Yalnızca iktidar partisi üyelerini değil, herkesi korku sarmış böylece.

Halk terörden, muhalefet partileri hükümet kurmaktan, iktidardakiler yargılanmaktan, İmdat ise işini Suriyelilere kaptırmaktan korkuyormuş. Korkudan bilimsel açıklama yapamayan Türk akademisyen arkadaşlarım var. “Allah beterinden korusun!” sözünün niçin çok sık kullanıldığını anladım. Türkler, beteri yaşamaya alışmışlar. Yalnızca daha beterini istemiyorlar ama mutlaka başlarına geliyor. Daha beteri, normal beter gibi algılama yetenekleri gelişmiş. Türkiye’de herkes tehdit altında yaşıyor. Onlar böyle yaşamaya alışkın ama ben değilim. Keşke Mısır üniversitelerinden birinde çalışsaymışım, orası buradan çok daha güvenli…

Yurtdışında okumak isteyen gençlerin sayısında artış var. Hangi Amerikan üniversitesinin daha iyi olduğunu soruyorlar. Bilgi vermekten yoruldum. İyi üniversiteleri sıraladığım listeyi öğrencilerime dağıttım. Bu arada ben de Amerika’nın geleceği için Yusuf Yusuf olmaya başladım. Amerika’ya giden Türk öğrenciler oldukça başarılı. Bu gençler Amerika’da kalırlarsa, üst düzeylere kadar yükselebilirler. Ülkemin 20 yıl sonra Türkler tarafından yönetilmesinden korkuyorum. Amerika’yı yöneten, dünyayı yönetir. Umarım bizimkiler bu duruma bir önlem alır. Yoksa 20 yıl sonra dünya, Türkler tarafından yönetilecek. Amerikan Büyükelçiliği’ne bir rapor hazırlamalıyım. Raporun başlığını, “Yasef Yasef” koyacağım. Raporuma önem verilmesi için dipnotta Yusuf Yusuf olma deyimini kesinlikle anlatmalıyım.

4 Haziran 2015 Perşembe

Prof. H. Pokus'un Günlüğü - 11: Patates

 Günlükleri ele geçirilen Prof. H. POKUS'un
Türkiye'de bir üniversitede kaçak çalışan Amerikalı
bir akademisyen olduğu sanılıyor.

Türklerin yatırım anlayışı şaşırtıcı… Zirvede patates var. Politika da çok verimli bir alanmış… Araştırdım, politik yatırımın masrafı çok, patates stoklamanın ki az… Yanlış partiye yatırım yapan kaybediyor ama eldeki bütün patatesler kazandırıyor. Yatırım haberlerinin çoğunu, apartman görevlimiz İ mdat’tan alıyorum. O, gerçekten crazy bir yatırımcı. Aylar önce petrol fiyatları düştüğünde, bodruma bidonlarla benzin stoğu yapmak için bana ortaklık önerdi.

“Benzin fiyatı her yerde düşerken, Türkiye’de yükselir,” demişti. Haklıymış… Yangın çıkar diye benzine itiraz ettim, mazot stoklamayı önerdi, çünkü zor yanarmış, inanmadım. Keşke inansaymışım, 5 dakika sonra elinde yarım kova mazotla kapıma geldi, yanan sigarasını mazotun içine attı, ben korkudan bayılmışım. Ayıldığımda, her tarafım kolonya kokuyordu. İmdat, "Mazot, cıgara izmaritiyle yansaydı, ayılmadan öbür dünyaya giderdin," diyerek beni teselli etti. 

Türkiye, çok heyecan verici… Burada, isteyen herkes yatırımcı olabiliyor. Benzin yatırımı, hayatımda kaçırdığım ilk büyük yatırım fırsatıdır. Patatesi denemek isterim ama korkuyorum. Fiyatı, değerli maden düzeyinde, ya birden düşerse! Bir ay önce karnabahar zirvedeydi, şimdi adı geçmiyor. Burada o kadar çok fırsat var ki, insan hangisini seçeceğini bilemiyor. Türklerin kalp krizi geçirme oranı yüksek. Kaçırılan bunca fırsata kalp mi dayanır?

Bir insanın yatırım malı olacağına inanmazdım ama burada mümkünmüş. Beni, yabancı profesörler zirvesine çağırdılar. Zirve, saraydaymış. Gittim, sarayın içi takım elbise, bıyıklı insan doluydu. Yabancı profesör arkadaşlarımı göremeyince, şaşırdım. Bir grup gazeteci ansızın çevremi sardı. Kameralar çalışıyor, fotoğraflarım çekiliyordu. Az sonra bir mikrofon uzatıldı, saray hakkındaki düşüncelerim soruldu. Tarihi bir saray olmadığı için ne diyeceğimi bilemedim.

Medya çalışanları hakkımda yorumlar yapmaya başladılar. Çok yakışıklıymışım, ben de reklam yüzü varmış. Bir televizyoncu, nerenin muhtarı olduğumu sordu. Yabancı akademisyenler zirvesi için gelen bir profesör olduğumu söyledim, somurttular. İçlerinden biri sevinçle bağırdı, “Seni muhtar adayı yapalım hocam,” dedi. Ertesi günün ortak manşetini, hemen yanı başımda belirlediler: “Yabancı profesör saraydan etkilendi, muhtar olmaya karar verdi,” başlığını şaka sandım ama değilmiş. Gazetelerin ilk sayfasında aynı manşetle yer aldım, utandım. Umarım Amerikan medyası bu haberi atlar.

Yabancı profesörler zirvesi ertesi günmüş. Oradan hemen uzaklaşmak istedim, beceremedim. Toplantı bitmeden saraydan hiç kimse ayrılamazmış. Güvenlikçiler koluma girdi, beni zorla toplantı salonuna soktular. Muhtarları izlemekten, konuşmacının ne dediğini anlamadım. Ertesi günkü yabancı profesörler toplantısına katılmadan İstanbul’a döndüm.

Beni kara listeye almışlar, bir politikacı telefon etti, "Kaç paralık adamsın? Sana gününü gösteririz!" dedi. Burada her insanın bir fiyatı olduğuna inanılıyor. Verecek cevap bulamadım.    Başka ülkelerde yeni iş aramaya başladım, internete ilan verdim. Başımdan geçenleri  İmdat’a anlattım. O bana, “Sen bittin Mr. Pokus!” dedi. Ben artık profesör değil, bir seçim yatırımı sayılırmışım. Mutlaka bir biçimde kullanılırmışım. Bu felaketi fırsata çevirmek için fiyatımı belirlemem şartmış. Hem de hiç geciktirmeden. 


19 Mart 2015 Perşembe

Prof. H. Pokus'un Günlüğü - 10: Lahmacun

Günlükleri ele geçirilen Prof. H. POKUS'un
Türkiye'de bir üniversitede kaçak çalışan Amerikalı 
bir akademisyen olduğu sanılıyor.
Geçen hafta bir akşam üniversitedeyken karnım acıktı, dışarıdan lahmacun istedim. Çok lezzetliydi. İki saat sonra midem bulandı, ateşim çıktı. Kuzey Kutbu'nda iç çamaşırıyla dolaşıyormuş gibi titremeye başladım. Bu ilk değil, Hint kültürünü tanımak için Ganj Nehri'ne girdiğim gün bir yudum su yutmuştum, aynısı olmuştu.

Türk akademisyen arkadaşım kuzu şiş yemişti, o iyiydi. Bir özel hastaneye gideceğimi söyledim. “Yalnız mı gideceksin?” diye sordu, “Evet,” dedim, itiraz etti. Türkiye'de acil servise yalnız başına gidilmezmiş. Hemen yola çıktık. Arkadaşım, hastanedeki bütün konuşmaları kendisinin yapacağını söyledi. Nedenini anlamadım ama sorgulayacak halim yoktu, kabullendim.

Beş dakikada hastaneye vardık. Arkadaşım, “Baygınmış gibi bekle, koltuğundan kıpırdama,” diyerek arabadan çıktı, acil servise daldı. Az sonra sedyeyle birlikte üç kişi geldi. Sağlık görevlileri çok cılızdı, beni arabadan çıkartamadılar. Onları küçümseyen iri güvenlikçi, kucakladığı gibi beni arabadan aldı, koşarak acil servise taşıdı. Kırık çıkığım olsaydı, kesinlikle sakat kalırdım. “Bu adam gavur ölüsü gibi ağırmış,” derken, belini tutuyordu. Son zamanlarda kilo aldığımı biliyorum. En az 5 kilo…

Yatağa yatırıldım. Tansiyonum ve ateşim ölçüldü, kalp atışlarım sayıldı. Eşofmanıyla görev yapan doktor az sonra başımdaydı. Kan tahlili isterken bana döndü, rahatsızlığımın nedenini sordu. Tam konuşacaktım, arkadaşım ağzımı kapadı, “Ölümcül bir gıda zehirlenmesi,” diye cevapladı. Sonradan öğrendim, hastanede önemsenmek için hastalığı abartmak lazımmış. Doktor, ne yediğimi sordu. “Lahmacun ve yeşillik,” dedim, yüzünü ekşitti, kafasını iki yana salladı. Zehirlenmeden değilse de, o an kalp krizinden ölebilirdim. Bu halimi gören arkadaşım göz kırptı, rahatladım.

Hastanenin nöbetçi idari sorumlusu yanımıza geldi. Kimliğimi istedi, pasaportumu verdim. Sigorta durumumu sordu, arkadaşım yine ağzımı kapadı, cevap veremedim. Ben aslında üniversitede bir Türk profesörün yerine ders veriyorum. Yani sigortasız çalıştırılıyorum. Tabii ki özel sigortam var, bunu o sorumluya söylemek istedim ama başaramadım. Arkadaşım sözümü kesti, “Keşke özel sigortası olsaydı ama ne yazık ki yok, bu iş bize kaça patlar?” dedi. Ben acılar içinde kıvranırken, sıkı bir pazarlık başladı. İstenen paranın üçte birine inildiğinde, el sıkıştılar. Nihayet ilaçlı serum bağlandı.

Bir buçuk saat kadar böyle yatacaktım. Serum yaradı, iyileşmeye başladım. Yanı başımda oturan arkadaşıma, “Özel sigortam var neden yalan söyledin?” diye sordum. Kulağıma eğildi, “Söyleseydim de, seni ameliyata mı alsalardı?” dedi. O zaman beni kimse kurtaramazmış, yoğun bakıma kadar gidermişim. Sağ kurtulsam bile gelecek sene sağlık sigortası için en az üç kat prim ödermişim.

Öğrendiklerim şaşırtıcıydı. Pazarlık yapmayan sigortasızlar, bazen bir araba, bazen de bir ev parası kadar bedel ödüyormuş. İyileşenleri hastanede gösteren, devletten veya sigorta şirketlerinden para alan hastaneler varmış. Birisi 10 gün sonra kontrol için hastaneye gitmiş, “Siz zaten hastanemizde yatıyorsunuz, saçmalamayın!” demişler. Bu ülkenin sağlık sistemini, yediğim acılı lahmacuna benzettim, öğrendiğim kadarıyla.

Bir ara acil servise bir yaralı getirdiler. Ona eşlik eden 15-20 kişi vardı. Kafasına taşla vurmuşlar. Hasta yakınlarıyla yönetici arasında tartışma çıktı. Yaralı adam, sigortalı çalışan bir işçiymiş, acil serviste hiç para ödememesi gerekiyormuş. Yönetici, durumun acil olmadığını iddia ediyordu. Anladım ki, ölmek üzere olmayan hiçbir kişi Türkiye’de acil hasta sayılmıyor. Kavga çıktı, hasta yakınları çok ikna ediciydi, işçinin ücretsiz tedavi edilmesini sağladılar, ortalık sakinleşti. Bir de, Sağlık Bakanlığı'na şikâyet etme tehdidi işe yararmış.

Doktor, ilginç bir kişiliğe sahipti. Uygulayacağı tedavi için uzun süre kendisiyle tartıştı. Önce bir karar veriyor, sonra vazgeçiyordu. Kan tahlilleri henüz çıkmamıştı, arkadaşımla konuşmaya başladılar. Lahmacun zehirlenmesi artık çok yaygınmış, tipime bakarak, amipli dizanteri tedavisi uygulamaya karar verdi. “Gıda terörü kol geziyor,” derken, kızgın gibiydi. O an ben de Amerikan Büyükelçiliği'ne kızdım. Biz Amerikan vatandaşlarını bu terör hakkında bilgilendirmiyorlar.

Gıda sektöründe çalışanlar eskiden üç ayda bir portör muayenesinden geçirilirmiş ama bu kaldırılmış. Hastalık taşıyanlar, restoranlarda rahatça çalışabiliyormuş. Portör muayenesinin yerini eğitim almış. Eğitim, bulaşıcı bir hastalığın taşınmasını nasıl önler? Doktora bunu sordum. Güldü, birileri için yeni işler uydurulduğunu söyledi. Ben yine bir şey anlamadım.

Serum bitti, ilaçlarım yazıldı. Doktorla vedalaşırken, ne zaman kontrole gelmem gerektiğini sordum, “İstersen 3 gün sonra gel ama beni bulamayabilirsin!” diye cevapladı. Özel hastaneler; dürüst davranan, kazançlarını arttırmayan doktorları uzun süre çalıştırmıyormuş.

Arkadaşım dönüş yolunda çok şey anlattı. Şehir içinde yaşayanların sayısı artarken, devlet hastanelerinin şehir dışına taşınması planlanıyormuş. Özel sektörün yaşaması için bu çok gerekliymiş. Türkiye’deki doktorlar, hastalar kadar mutsuzmuş. Hastaneden korkmayan tek bir bilinçli Türk kalmamış. Deneyimli hastalar, az zarar görüyormuş. Artık ben de hastanelerden bir Türk gibi korkuyorum. Ama neyseki deneyimliyim.

Başımdan geçenleri apartman görevlimiz İmdat’a anlattım. Kahkahalarla güldü, "Artık sen de bizdensin," dedi. Yorumları beni yine şaşırttı. İyi ki zehirlenmişim, lahmacun sayesinde bağışıklık sistemim güçlenmiş. O hep lahmacun yermiş, hiçbir şey olmazmış... Birileri ısmarladığı zaman iyi restoranlara gidermiş. O tip yerlerin yemeklerini yiyince, cırcır oluyormuş. Cırcır olmak nedir bilmezdim. İmdat öğretti, ishal olmakmış.

Tedavi gördüğüm hastane telefon numaramı almıştı, sürekli mesaj yolluyorlar. Erkek memesi küçültme ve yağ aldırma ameliyatlarında %50, kıl dönmesi ve hemoroid ameliyatlarında %25 indirim varmış. Zehirlenmeden önce bu mesajların bazıları bana ilginç gelebilirdi ama şimdi değil. Lahmacun yüzünden tüm yiyeceklerden soğudum, 7 kilo verdim, yağlı yerlerim küçüldü. Amerikan vatandaşı olmamın özel Türk hastanelerinde işe yaramaması, beni gerçekten çok şaşırttı.

25 Ocak 2015 Pazar

Prof. H. Pokus'un Günlüğü - 9: Sihirli Cümle

Günlükleri ele geçirilen Prof. H.Pokus'un Türkiye'de bir
üniversitede kaçak çalıştığı sanılıyor.
Geçen hafta inanılmaz bir keşif yaptım. Türklerin sihirli cümlelerinden birini, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” demeyi öğrendim. Öğrenmekle kalmadım, cümleyi tam sekiz farklı durumda kullandım. Biri dışında aldığım sonuçlar mükemmeldi.

Bu sözün etkisini önce bir öğrencimin üzerinde denedim. Derste sürekli kız arkadaşıyla konuşuyordu, ben de ona, “Hey, kapa çeneni, sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye bağırdım. İngilizce değil, Türkçe bağırdım. Hemen sustu. Uyardığım gencin kız arkadaşı, “Bizimle böyle konuşmaya hakkınız yok!” diye itiraz eder gibi oldu, biraz bocaladım. Ama kısa zamanda toparlandım, “Ben Amerikan vatandaşıyım, ona göre ha!” karşılığını verdim, sesleri çıkmadı.

Ders bitince, ikisi odama geldiler, defalarca özür dilediler. Gelecek yıl Master için Amerika’ya gideceklermiş, vize almalarına engel olmamdan korkmuşlar. Amerikalıları üzenlerin vize almasının zor olduğunu söylediler. Gözlerinde korku vardı, inandım.

Bu ülkede satıcıların çoğu beni kazıklıyor. Sihirli sözü, kazıklanmamak için de kullandım. Meydana yakın büfenin sahibine  kötü kötü baktım, otoriter bir ses tonuyla, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Şimdi bana 5 bira, 2 büyük Coca-Cola, 3 paket cips ver!” dedim. Adamın rengi soldu, eli titremeye başladı. Aldıklarım için, daha önceleri ödediğimin yarısı kadar para verdim, gururla büfeden uzaklaştım. Gerçek fiyatları o kadarmış, üniversiteden aldığım aylık ücrete 200 dolar zam yapılmış gibi hissettim.

Türkçem güzeldir ama taksi şoförleriyle anlaşmama hiç yetmemiştir. Beni genellikle en uzun yoldan götürürler, itiraz etsem dinlemezler. Farklı bir Türkçe kullanıyorlar sanki… Taksiden inerken birkaçının “Hakkını helal et,” demesini önceleri anlamamıştım. Bu söz,  kazık yemenin kesin kanıtıymış. Helal etmenin ne demek olduğunu kapıcımız İmdat’tan öğrendim. “Hakkını asla helal etme!” dedi. Aksine, “Hakkımı yemişsen, haram ediyorum,” demek gerekiyormuş. Böyle yapınca, bir taksici benden 5 lira eksik para aldı. Türkiye’de taksimetrelerin ve benzin pompalarının fazla hesaplaması, tartılanların eksik olması normalmiş. Kasaplar, ambalaj kâğıtlarını et fiyatına; tatlıcılar, ambalaj kutularını baklava fiyatına müşterilerine satarak ek gelir elde edermiş.  

Geçen gün taksiye biner binmez, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” dedim. Şoför, dikiz aynasından ürkek bakıyordu, ekledim. “Ona göre ha, beni kısa yoldan götür!” dedim. Türkiye’de yaşamaya başladığımdan beri ilk kez gideceğim yere en kısa yoldan ulaştım. 12 lira kazancım oldu.

Aynı yöntemi kullanınca, öğlen yemek yediğim lokantanın garsonu içmediğim suyun parasını hesaptan sildi. Lokantaların âdetiymiş, su istenmese de, hesaba en baştan yazarlarmış. Ben yemekte genellikle Coca-Cola içerim. Hesapladım, bu güne kadar benden içmediğim 1000’e yakın şişe suyun parası alınmış. Haram olur inşallah.

Sihirli söz, her gittiğimde saç tıraşımı farklı yapan berberimi de etkiledi. “Abi siz bir bakanlıkta çalışıyordunuz galiba,” dediğinde bürokrat tıraşı yapacağını anladım, dalgalı saçlarımı kısaltmasını engelledim. İlk kez tam isteğim gibi saçımı kesti.  “Bakanlıkta küpe takmak serbest mi?” sorusu, bana inanmadığını gösteriyordu. Amerikalı olduğumu, özel üniversitede çalıştığımı söyledim, “Yabancı değiliz, biz sizin eyaletiniz sayılırız abi,” derken, sırrımı çözmüş gibi gülümsüyordu. Yarattığım büyüyü bozmamak için konuşmayı orada kestim.     

Sihirli söz, yalnızca doğru kişilere karşı çok sihirliymiş. Bu gerçeği, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun? Şu arabanı yolumdan çek!” dediğim seyyar kokoreççiden öğrendim. O adam arabasını kenara çekti, “Sizi tanıyorum Mr. Pokus, güvenliğiniz için buradayım” dedi. Kokoreççi, semtimizin sivil polisiymiş, şaşırdım, bana yalnızca simitçilerin sivil polis olduğu söylenmişti oysa. Kokoreççi polis, “Mr. Pokus, bu sözü sakın tinercilere kullanmayın, bıçağı saplarlar,” deyince, şaka yaptığımı söyledim.  Kokoreççi polis bir kez daha uyardı, Türkiye’de şaka yaparken öldürülen çok insan varmış, şakalarımı yalnızca resmi görevlilerinden, mafyadan korkan insanlara yapmam daha doğru olurmuş. Öyle yapacağım artık.


Hayatın Resimleri - Renk




 






7 Ocak 2015 Çarşamba

Prof.H. POKUS'un Günlüğü - 8: Noel Baba ve Yeniçeri

Günlükleri ele geçirilen Prof. H.POKUS'un
Türkiye'de bir üniversitede kaçak çalıştığı sanılıyor. 

Türkiye’de yılbaşı kutlamak, fantastik film izlemeye benziyor. Türk ve Avrupalı dostlarımla Galata yakınlarında bir restoranda yılbaşı eğlencesi için buluştuk. Türk dostlarım aralarında konuşurken duydum, hiçbiri 2014 yılından memnun değildi. 2014, son on yılda ülkede yaşayanların hep birlikte mutsuz olduğu tek yılmış. Artık yalnızca muhalifler değil, iktidardakiler ve onların eski ortakları da mutsuzmuş.

Bir İngiliz arkadaşımız o gece Noel Baba kılığına girip hediyeler dağıtacaktı. Gecikince telefon ettik ama ulaşamadık. Burası İstanbul, aklımıza hemen kötü şeyler geldi. Yakında oturduğu için yürüyerek evine gittim. Zilini uzun uzun çaldım, kapı açılmadı. Komşularına sordum, Noel Baba kıyafetiyle evden çıktığını görmüşler, rahatladım.

Galata’da trafik kazasına pek rastlanmaz. Bakımsız bir binadan kafaya kiremit veya beton düşme olasılığı ise çok yüksektir. Restorana dönerken yolda ne seyirci kalabalığı vardı ne de ambulans. Kimsenin kafasına bir şey düşmediğini böylece anladım. 

Durumu arkadaşlarıma anlattım. Karakola kayıp haber vermeyi düşündüğümüz sırada restoranın kapısı büyük bir gürültüyle açıldı, bir Noel Baba koşarak içeriye girdi, birkaç adım attıktan sonra yere kapaklandı. “Beni kesecekler, kurtarın!” diye inliyordu. Sesinden arkadaşımız olduğu anladık. Takma göbeği yüzünden kalkamadı, biz kaldırdık. Ter içindeydi, gözleri korkudan büyümüştü. Restoranın kısa boylu, göbekli sahibi, “Ben varken sana kimse dokunamaz,” deyince, İngiliz arkadaşımız John biraz sakinleşti. Neler yaşadığını anlatacak hale gelmesi uzun sürdü.

John, evinden çıkıp sokakta ilerledikten sonra Galata Kulesi'ne giden caddeye girmiş. O ana kadar her şey normalmiş. Ta ki, arkasından gelen biri, “Noel Baba kaç, canını kurtar, yeniçeri geliyor!” diye bağırana kadar. Yılbaşı öncesi gazetelerde, “Noel Baba’yı yeniçeriye kovalattılar” başlıklı bir haber çıkmıştı. O haberi John da okumuş. Arkasından bağırıldığı an hediye torbasını fırlattığı gibi kaçmaya başlamış. İzini kaybettirmek için ara sokaklara dalmış, bir ara yolunu kaybetmiş, sokak köpekleri kovalamış, sonra zorlukla restoranı bulmuş. Tedirgin olduk, dışarı baktık, etrafta yeniçeri göremedik.

Birilerini hedef göstermek, Türkiye’de olağan bir davranış…  İngiliz taraftarların bıçaklanması John’un hafızasından silinmemiş. Restoran kapısı bir kez daha gürültüyle açıldı, içeri bir grup Türk arkadaşımız girdi. Bakışları tuhaftı. Bir kısmı üzgün görünürken, diğerleri gülmemek için kendini zor tutuyordu. En arkada duranın elinde John’un sokağa fırlattığı kırmızı hediye torbası vardı. Meğerse, “Yeniçeri geliyor,” diye bağıranlar Türk arkadaşlarımızmış. Şaka yapmışlar, özür dilediler ama John kabul etmedi, Noel Baba kıyafetini ve  hediyeleri içine koyduğu siyah çöp torbasını sırtladığı gibi gitti. Hediyesiz kaldık.

Restorandaki kutlama aksaklıklarla başladı. Kapasitenin üzerinde rezervasyon yapılmış. Masa ve sandalyeleri sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Duvar dibinde oturan biri tuvalete gitmek isteyince, masanın o tarafında oturanların tamamı ayağa kalmak zorunda kalıyordu. Tek kabinli tuvalet önünde oluşan kuyruk ayrı bir sorundu. Şikâyet ettik, “Ekmek parası,” dediler. Birkaç kez grup fotoğrafı çektirmeyi denedik ama yer darlığından başaramadık. Bolca selfie çekerek eksikliği gidermeye çalıştık.

Geri sayımı şef garson yaptırdı çünkü müzik grubu yeni yıla bir başka restoranda girecekmiş. Yine de şanslıymışız müşteriler arasından çıkan gitarist ve şarkıcı, giden profesyonellerden daha başarılıydı. Eğlencenin temposu bir ara çok düştü. Sanırım bunun sebebi çoğunluğun sanal alemde neler paylaşıldığını merak etmesiydi. Telefonuna bakanların suratı loş ortamda mavileşiyor. O an müşterilerin yarısından fazlası mavi suratlıydık. Mekan sahibi mikrofunu eline alıp, "Bu sessizlik biraz daha devam ederse, telefonları toplatacağım," dediği an kalabalık tekrar eğlenmeye başladı. O adamın tehdini ciddi mi yoksa şaka mıydı, çözemedim. 

Türkiye böyle bir ülke işte, her an her şey değişebiliyor. Bundan sonraki yeni yıllara Noel Baba yerine yeniçeriyle girmek bir geleneğe dönüşürse, şaşırmam. Torbasından ne gibi hediyeler çıkar, bilemem.

Ocak ayı zamlarla başladı. Ücretimi dolar cinsinden almaktan çok mutluyum, şu sıralar zirvede. İçki, sigara stoğu yapamayanlar pişman. Bu gibi stoklar garantili kazançmış, tüm finansal seçenekleri geride bırakıyormuş. Üretim yapmadıkları için emeklilerin maaşlarını % 2,32 oranında artırmışlar… Din adamları da üretime katılmıyor ama onlar iyi kazanıyorlarmış. Umarım bu yıl dolar çok yükselir, zamlardan etkilenmem. Ekonomik durumumun Türklerinkine benzemesini hiç istemem.    


id="wobsbn"> Web Analytics